Köyün düşünce dünyamızın sınırlarından ihracı yeni değil. Kent, karşıtı olan köyü fiziken yıprattığı gibi, zihin dünyasında da yoğun bir manipülasyonu yanına katarak dışladı. Köy, artık yaşanılacak bir yer olmadığı gibi, hakkında düşünmek de gereksizleşti. Köyde ancak tatil yapılabilir oldu, kısa süreyle olması koşuluyla tabii. Köyü fiziki manada yıpratan kent, köylüyü de aşağıladı. Artık birine küfretmek, onu dışlamak için “köylü” demek yeter oldu. Hatta Marx’ın ifadesiyle köyde yaşamak olsa olsa budalalıkla özdeş olurdu; budala köylüler...
Egemen akla göre köy arkaik, kent moderndir. Post-modernizmden de aslan payı alan yine kent olur. Zira modern mimarinin de, post-modern mimarinin de ana mekanı yine kenttir. Mimarlar post-modern yapılarını kente dikip tatil için köye çekilir. Köy dinlenmenin yeridir ne de olsa. Eh, köy dinlenmenin yeri ise, köylüler de sürekli dinlenen insanlardır; mutlak tatilciler veya deliye her gün bayram. Nitekim üretim-tüketimin sakini kentliye göre köyde olmak deliliktir. Köye dair başka bir kanı da köyün ve köylünün saflığı, yalınlığı. Köylü güzelliği. Makyajsız, fönsüz, ameliyatsız. Ameliyat geçirmemişlerdir köylü güzelleri. Estetik ameliyatın rutin hali makyaj da bir kent ürünüdür ne de olsa. Köye uğramadı hala. Her kentli aynı zamanda ameliyatlıdır. Köylünün (erkek ve Müslüman olanının) kaçamadığı tek ameliyat sünnet ritüelidir. Ancak bu ameliyat bir inançtan kaynaklanır, ameliyattan sonrası da ifşa edilmez. Kentteki ameliyatın ise tek emeli vardır; görüntüyü kurtarmak. Kentteki her şey tıkır tıkır, pürüzsüz işlemek durumundadır, güzellik bile. Zira kent, podyumların da ana mekanıdır. Güzellik dahil her şey tıkırında gitmezse “hayat felç olur”.
* * *
Kentin köye olan ötekileştirme politikası önemli oranda zaferle sonuç buldu. Köy ve köylü kentin ve kentlinin asimilasyon çabasına yanıt veremedi. İçine çekildi, pısırıklaştı, dejenere oldu. Meskenini terk edip kente yerleşti, tıpkı önceden kendine dendiği gibi, o da başkalarını “köylü” olarak görmeye başladı. Kent ve kültürünün egemenliğindeki dünyada köyün “saflığı” da bulanıklaşıyordu. Tatile gelen kentlilerin köyü köy olarak bırakmalarına imkan mı vardı?
Tatilin meali yorgunluğun terini atmak ise eğer, köy de terin boşaltıldığı mekandı. Bir bakıma çöplük. Köyün çöplükleştirilmesi köylünün çöpçü olmasını beraberinde getirdi. Çöpçüler tüketim mallarının en son, en sömürülmüş haliyle geçinirler. Kentlinin gündelik yaşamındaki olmazsa olmaz tüketim mallarının en çöp halidir köylüye düşen. Oto ve yolların en bozukları, doğru düzgün çalışmayan telefon hatları, daha hiç uğramamış internet hatları ve nicesi. Kente ulaştırılan elektriğin de artığıyla “aydınlanır” köy evleri. Özetle; Mcluhan’ın “Küresel Köyü”nde nimetlerden en son yararlanan yine köydür. Köylü, öbür türdaşları arasındaki en büyük sonradan görme ve sonradan görmeye de mahkum.
* * *
Sanayileşme ve paralel olarak insanlığın topyekun işçileştirilmesi devrinin başlangıcına ve devamına ev sahipliği yapan da yine kent oldu. Fabrikalarda seri üretime sokulan insanlık içinde artık “devrimci” bir sınıf da -anayurdu kent olan- ortaya çıkıyordu. Kentlerdeki üretim biçiminin kalıcı bir biçimde değişimi, insanlık literatüründen “köle”yi atıyor, yerine “işçi”yi veya kimine göre “proletarya”yı ikame ediyordu. Tarihin ilerlemesindeki ve insanlığın yapısındaki tek değişimin literatürde yaşandığını söylemek eksik olur kuşkusuz. Eskinin kölesi, açık havada, toprakla iç içe sömürüye uğrarken, yeni dönemin işçisi dört duvar arasında, ortaya çıkardığı ürüne kayıtsız ve hem ürününe hem de “insanlığına” yabancılaşıyordu. Eski dönem kölesinin tek ülküsü “özgürleşmek” iken, yeni dönem işçisi daha insanca yaşam umarıyla daha fazla para peşinde koşturuyordu. Ne de olsa daha insanca yaşamın yolu daha fazla paradan geçiyor çoktandır. Eski zamanda köle, efendisinden yakasını sıyırdı mı özgürleşirdi; yeni dönem işçisinin mücadele çizgisi ise köleliği daha makul bir ücretle veya güvence ile (hayat sigortası) sürdürme üzerine oturuyordu. Kentin ev sahipliği yaptığı sanayileşme serüveni, ortaya dünyanın en kocaman dilimini oluşturan bir işçi sınıfı ve artık her yere inşa edilen toplu üretim binaları çıkardı. Tümden fabrikalaşmanın yol açtığı -yarattığı- kanalizasyon sisteminde türeyen lağım farelerinin doğuşuyla, işçilik mefhumunun türemesi aynı tarihlere denk düşer; işçileşen insanlarla lağım fareleri birbirinin yaşıtı. “İnsanlığa olan yabancılaşmanın en alt düzeyi” olan işçilik de, dünyadaki toptan kirlenmenin yoğunluğunda ortaya çıkıyordu, lağım fareleriyle eş zamanlı. Tüm bu kirlenme ve yabancılaşmanın arenası kentin yerüstünde bundan böyle işçiler, yeraltında da -kanalizasyonda- lağım fareleri soluyacak. İkisi de kendi öz benliklerinin çok uzağında. İkisinin de esas mekanı kent olan podyumlara -bir anlamda iktidara, çünkü podyuma muktedirler çıkar- çıkma olasılıkları oldukça zayıf. Her ne kadar umutlarını yitirmemişlerse de...
Ekonomi-politiği elinde bulunduran insan sömürgeni muktedirler, kentteki mevcut nüfus yetmezmiş gibi köylüleri de fabrikalarına hapsetme uğraşına girdiler. Ta ki mevcut üretim mekanizmalarında işçi ihtiyacı sona erene kadar. Bundan böyle sahneye yeni figüranlar dahil olacaktı; çalışmak, işçi olmak, yani “insanlığa olan yabancılaşmanın en alt düzeyine” inmek için can atan işsizler “ordusu”.
Kentteki üretim-tüketim-yaşam koşullarının uzun erimli değişimiyle insanlar iyiden iyiye birer insan olarak “özne” olmaktan çıkmaya, şeyleşmeye yol aldı. Köyde insanlar “Ahmet... Ayşe...” iken kentte “yaya, “müşteri”, “yolcu” oluveriyorlardı. Ve bu tümden şeyleşmeye köylüler de ortak edilmeye çalışıldı/çalışılıyor. Fakat hala az da olsa umut var, köylü Ayşeleri birer “müşteriye, yolcuya vs.” dönüştürmeye çalışan muktedirler emellerine ulaşmanın uzağında. Çünkü köylü Ayşelerin hala üretim imkanları minimal düzeyde dahi olsa kendi ellerinde.
21. yüzyılın başı. Bir televizyon kanalı, birkaç santim boyunda karın metropole yağması karşısında pür telaş hayatın nasıl felç olduğunu anlattıktan sonra, henüz Tıkır tıkır işleyen bir mekanizma olarak kentte her şey standardizasyon politikasına uyarlanmaya çalışılır. Çalışmanın, yolculuğun, tiyatro, sinema, seminerlerin ve dahi uyku ile seksin bile belli bir saati, programı vardır. Kentteki bu hassas yaşam makinesi en küçük bir pürüzle karşılaşmaya görsün. Kentlinin tabiriyle “hayat felç olur”.
devasa yaşam makinesine dönüştürülmemiş bir bölgenin yöneticisi ile görüşüyordu. Kırsal bölgenin yöneticisi gayet sakin bir ifadeyle, öncelikle bölgelerine bir metreden fazla kar yağdığı bilgisini veriyor, akabinde de tarihe geçecek veciz bir cümle kuruyordu: “Sizde birkaç santimlik kar hayatı felç etmiş, biz de hayat yok ki felç olsun...” Olmayan
“hayat” nasıl felç olsun ki!
* * *
Kentte kurulu olan hassas yaşam dengesi muktedirler tarafından ‘korumaya’ alınır. Kentin her bir tarafına silahlı güçler monte edilir. Silahın ve yaptırımların verdiği tüm gözdağına rağmen kent, bir “suç yuvası” olmaktan kurtaramaz yakasını. Adaletsizlik üzerine kurulu yaşam “dengesi” suçun kaynağıdır ve sorun yapısaldır. Sorunun yapısal olduğu gün gibi ortada iken, çözüm için polisiye önlemler geliştirilir. Kent, aynı zamanda devasa bir karakol halini alır. Burası, artık “babana bile güvenemeyeceğin yer” olmuştur. Adaletsizliğin kentinde birileri “insanlığa olan yabancılaşmanın en alt düzeyinde”, insanca yaşam mücadelesi verirken, bir başkası doyumsuz tüketim imkanının hazzıyla eğlenir. Adaletsizliğin kenti çok az kişiye yaşamın orgazmını bahşeder. Bu çarpıklığın farkında olan devasa karakol böylece yaşama, sosyolojik ortama müdahale ederek gettolar oluşturur. Komşu iki yerleşim yerindeki yaşamsal fark yalnızca bir dakika yürüme mesafesindedir. Gettolar arasında dahi denklik yoktur. Bireyin en fazla insan arasında en yalnız olduğu bu yapılanmaya dair “gösteri toplumu”nun müzmin yergicisi Guy Debord’un da bir çift lafı var. Gösterinin egemenlerine pek hoş gelmeyecek bir çift laf: “Şehircilik, sınıf iktidarını savunan kesintisiz görevin modern icracısıdır: Kentsel üretim koşullarının tehlikeli bir şekilde bir araya getirdiği işçilerin en küçük parçalarına dek bölünmesinin sürdürülmesi. Bu bir araya gelme olasılığının her biçimine karşı yürütülmesi gereken sürekli mücadele, en uygun zeminini şehircilikte bulur. (...) Levis Mumford Tarih Boyunca Şehir’de ‘artık tekdüze olan dünyayı’ anlatırken ‘uzun mesafeli kitle iletişim araçlarıyla birlikte halkın tecridinde çok daha etkili bir denetim aracı ortaya çıkmıştır’ diye belirtir. Ama şehirciliğin gerçekliğini oluşturan genel tecrit hareketi, planlanabilir üretim ve tüketim ihtiyaçlarına göre işçilerin denetimli bir şekilde yeniden sisteme dahil edilmelerini de sağlamak zorundadır. Sisteme dahil olmak, tecrit edilmiş bireylerin birlikte ‘birlikte tecrit edilmiş bireyler’ olarak yeniden ele geçirilmelerini gerektirir: Fabrikalar ve kültür evleri, tatil köyleri ve ‘toplu konutlar’ tecrit edilmiş bireyi ‘aile
yuvasına’ kadar izleyen bu sahte kolektiviteye hizmet etmek amacıyla özellikle düzenlenmiştir”.
Devasa karakol kentte insanların tecridi de, denetimi de kolaylıkla sağlanır. Her mahallenin bir karakolu, her toplu konutun güvenlik birimi, her işletmenin bekçisi bulunur. Araç trafiğinin bile “trafik polisi” her an görev başındadır. Özetle; silahlı güvenlik kentin en “vazgeçilmez” öznesini oluşturur. Bu nedenle olsa gerektir ki, tarihte kentlerin değil, köylerin -yine silah zoruyla- boşaltılması insanlığın belleğine kazınmıştır. Kuşkusuz ki devlet, köyün de denetimini güvenceye almaya çalışır, fakat kentte olduğu kadar rahat hissedemez kendini. Kent, devletin en rahat cirit attığı yerdir. Bu noktada, “çok daha etkili bir denetim aracı” olarak kente dair tekrar Debord’a kulak vermekte yarar var: “Evrensel tarih kentlerde doğmuş ve kentin kır üzerindeki kesin zaferiyle birlikte olgunlaşmıştır. Marx’a göre burjuvazinin en önemli devrimci faziletlerinden biri ‘kırı’, ‘havası bile insanı özgürleştiren kente boyun eğdirmesi’ olgusudur. Ama eğer kentin tarihi özgürlüğün tarihi ise, aynı zamanda zorbalığın ve hem kırı hem de kenti denetleyen devlet yönetiminin de tarihidir. Kent, sadece tarihsel özgürlüğün mücadele alanı olabilmiştir, özgürlüğe sahip olamamıştır. Kent, tarih ortamıdır; çünkü o, hem tarihsel girişimi mümkün kılan toplumsal iktidarın yoğunlaşması hem de geçmişin bilincidir”. Debord’un dediklerine naçizane bir katkı: Kent, azgınlaşmış sömürünün anayurdu.
Kapitalist üretim-tüketim ilişkisinin öznesi kentli insan yaşadığı yerde sürekli bir şaşkınlık, can sıkıntısı içindedir. “Rahat bir nefes” alabilmek için tatile çıkmaya/kentten uzaklaşmaya (kentten uzaklaşmak tatilin ta kendisidir) can atar.
Doğma büyüme bir kentli bile kendini ev sahibi hissetmekte zorluk çeker. Bir yabancı misali yaşar çoğu kez. Ya da Adorno’nun “mülteci aydını”nı anımsatır. “Mülteci aydın”ı Adorno şöyle özetler: “Sendikaların ya da otomobil trafiğinin yapısını ne kadar iyi bilirse bilsin, kendisi için her zaman anlaşılmaz kalacak bir ortam içinde yaşıyordur mülteci aydın; yanılmaya, yolunu şaşırmaya yargılıdır hep. Kitle kültürünün tekelci ortamında kendi bireysel varoluşunu sürdürmek için giriştiği çabalarla nesnel ve sorumlu bir çalışma arasında aşılması imkansız bir uçurum vardır. Kendi dili elinden alınmış, bilgisini besleyen tarihsel boyut da budanmıştır”. Nasıl ki mülteci aydının kendi diline tekrar kavuşması için gerekliyse, kentli için de tahrif edilmiş de olsa ana rahmine dönmek elzemdir. Bunun kentliye olan kazancı “yaya, müşteri vs..” olmaktan kurtularak başkalarının değil, kendi hayatının öznesi olmak olacaktır.
* * *
Marx’ın tespiti yerinde; Burjuvazi köyü kente boyun eğdirmeyi başardı. Kapitalizme ve onun temsilcilerine en az maddi girdi/kazanç sağlayan köy ve köylüden alınan intikamın bedeli ağır oldu. Köy ve yaşamı var olmamakla özdeş hale geldi. Fakat, eğer bugünü/bugünün yaşamını düşünüyorsak “havası bile insanı özgürleştiren” yer asla kent olamaz.